Billur Saatçi’nin Moda Notları
İnci Özay Hatipoğlu Yemek Notları
Safrani kızıla bürünmüş sonbaharını mı, bembeyaz kış ayazını mı, yoksa pembe güller açmış mis kokulu ilkbaharını mı daha çok sevdiğime karar veremezken, meğer ben Kapadokya’nın en çok Cappadox halini severmişim.
Peri bacaları arasında, dokunsan tutacakmış gibi duran dolunayın aydınlattığı gece konserleri, sessiz gün doğumu yürüyüşleri, mistik enerji uyandırma çalışmaları ve yoga akışları, mağara içinde yöresel peynir tadımları, ünlü şeflerin elinden bölgeye özgü malzemelerle hazırlanmış nefis yemekler… ‘’Ihlara tamam da, buralarda da böylesi zümrüt yerler de mi varmış’’ dedirten vadilerde yapılan piknikler, flora yürüyüşleri, canlı müzik ile pranamaya (nefes) çalışmalarının hepsi ve daha fazlası, bu üç gün süren festivale yormadan, zorlamadan, huzurla sığdırılmış. Sanırım Cappadox ile ilgili tek şikayetim, aynı saate denk gelen etkinliklerden hangisini seçeceğime karar vermekte zorlanmam oldu. Meslek ve tutku icabı Gurme etkinlikleri kaçırmam söz konusu bile olamazdı; ve tabi ki hiç birini kaçırmadım!
İlk katıldığım etkinlik Festivalin ilk günü, sabah 11.00’de düzenlenen Omurga ve İlkel Toprak Enerjisini Uyandırma Çigongu oldu. İki saat süren bu yoğun çalışma ile enerjimi maksimum seviyeye çıkarttım. Sabah 4.00’de kalkmış olmanın verdiği yorgunluğu toprağa mı akıttım, yoksa rüzgarla gökyüzüne mi uçurdum bilemiyorum ama çalışma sonrası en büyük ödülüm; buz gibi bir Uludağ Premium Doğal Kaynak Suyu ile Güvercinlik Vadisi manzarasına dalıp; ‘’ hayat güzel! ’’ dediğimiz anlardan birini yaşamam oldu… Anın keyfini yudum yudum yaşadıktan sonra oradan ayrılma vaktim gelince, Festival sponsorlarından biri olan Uludağ İçeceğin, katılımcılara özel hazırladığı sırt çantası ve havlu setini almayı da pek tabii ihmal etmedim. Çok yaşa Cappadox!
Sıradaki etkinlik Gurme Tadım. Araştırmacı, Yemek Yazarı ve Editör Nilhan Aras ile Levon Bağış’ın danışmanlığında gerçekleşen tadıma ilgi büyük. Maara Konak’ta up uzun bir masa etrafında toplandık. Önümüzde üzerlerinde isimleri yazan peynirler; Til Peyniri, Divle Obruk, Kars Malakan, Trakya Kaşarı. Til Peyniri ile ilk defa karşılaşıyorum. Diğerleri tanıdık… Hele Divle Obruk ki, en sevdiğim peynir… Bizzat tabağımda görmekten çok memnunum. Til Peyniri, Kapadokya Bölgesine has bir peynirmiş. Ağzı hamurla sıkıca kapatılan çömlekler içinde, en az bir ay bekletilerek yapılan lezzetli bir peynir. Til peynirinin, yöre Halkınca ‘’İtili’’ olarak adlandırılan, olgunlaşmış olanını da bulmak mümkünmüş. Biz bu tadımda daha genç ve taze olanını denedik. Çok beğendiğim bu aromatik peynir için kendime not düşüyorum; İstanbul’a İtili almadan dönme!
Tadımın en ilgi çekici lezzetlerinden biri kuru kaymak ile birlikte yenen yaprak sarma idi. Kapadokya’ya gelip gitmişliğim çok, bu yüzden kuru kaymağı iyi bilirim. Odun ateşine oturtturulmuş koca kazanlarda saatlerce pişirilerek yapılan bu zahmetli lezzet, yörenin en özel tatlarındandır kanımca. Fakat ilk kez bu tadımda yaprak sarma ile birlikte yendiğini öğreniyorum. O nasıl bir uyum, nasıl bir lezzet anlatamam! Bayıldım! Kapadokya malum, üzüm bölgesi. Yaşadığımız coğrafyanın en kıymetli beyaz üzümlerinden biri olan Emir üzümünün ise ana vatanı. Hal böyleyken bölgenin sarmaları da oldukça meşhur tabi. Asma yaprağının ekşimtrak tadı ile kuru kaymağın yağlı, buram buram süt kokan, hafif tatlımsı yapısı birleşince, ortaya çıkan lezzeti tarif etmem kelimelerle yetersiz kalıyor. Bilmediğim, unutulmaya yüz tutan yöresel bir lezzet ile tanışmış olmaktan dolayı çok mutlu oluyorum… Çok yaşa Cappadox!
Neşe ve tatminle çıktığım Gurme Tadım sonrası gün batmak üzere. Hava güneşin gitmesi ile birlikte gittikçe soğuyor. Karşımda tüm haşmeti ile bölgeyi kucaklayan, tepesi karlı Erciyes Dağı… gökyüzünde renkler pembenin her tonu… Hani elimde kağıdım, kalemim olsa şairi kıskandıracağım. Temiz havadan mı, büyülü ortamdan mı yoksa tattığımız peynirlerden mi bilmem iştahım zor zapt edilir halde.
Dört gözle beklediğim Şeflerin Masası yemeği için sabırsızlanıyorum. Yemek, Gurme Tadım’ın yapıldığı Maara Konak’ta yapılacak. Dışarıdan, masalara yapılan son dokunuşları izliyorum, ve hemen ardından içeri buyur ediliyoruz.
Şefler Maksut Aşkar, Şemsa Denizsel ve Sebbie Kenyon olunca biletler yok satmış; tüm masalar dolu. Herkes yerine geçince Maksut Aşkar menüyü anlatmaya başlıyor. Toplam altı yemeklik, her biri yöreye özgü malzemeler ile mevsimsel olarak Cappadox için hazırlanmış, başka hiç bir yerde yiyemeyeceğimiz bir menüyü tatmak üzereyiz.
Sebbie Kenyon’un hazırladığı yeşil eriklerle tatlandırılmış hafif acılı soğuk çorba sonrası, Maksut Aşkar’ın elinden çıkma tabağa geçiyoruz; Kıraç patateslerden yapılmış çıtır mı çıtır cipsler ile birlikte Kızılırmak Alabalığı, çok leziz. Hemen ardından Şemsa Denizsel’den sumak ekşisi ve asma yaprağı ile büyük güveçlerde limon kurusu kullanılarak yapılmış, kuşdili mantı ile sunulan minik kuru bamya var. Gösterişten uzak, makyajsız bir yemek. Tam da Şemsa Hanım’ın yaptığı yemeği anlatırken dediği, ‘’sakin tabakları severim’’ cümlesinin altını çizer nitelikte.
Ana yemek yine Sebbie Kenyon’a ait; hafifçe fümelenmiş ve tüm gün ağır pişmiş bir kuzu. Göz ucuyla bakıyorum, herkes nasıl da zevkle yiyor. Şeflerin Masası, yöresel peynirlerden oluşan peynir tabağı sonrası tatlı ile son buluyor. Tatlı diyip geçmek imkansız, zira bölgeye ait en özel tatlılar yenilikçi bir dokunuşla şekillenip, zarifçe tabaklanmış. Şeker yerine çedene ile tatlandırılmış bir çeşit un helvası olan aside, nişasta ile kaynatılan ve kalıplar içinde güneşte kurutularak yapılan köftür, tatlı tabağının yıldızları hiç şüphesiz.
Özenle yaratılmış yemekler damaklarımızı şenlendirmekle kalmıyor, yöreye ait biricik malzemeler ile içinde bulunduğumuz coğrafyaya karşı saygımız katlanıyor. Bu sebeple Şeflerin Masası’nı ayrı bir seviyorum . Ve yine, çok yaşa Cappadox!…
Cappadox’ta katıldığım son gastronomik etkinlik, ikinci gün öğlen gittiğim Güllüdere Vadisi’nde yer alan Piknik oluyor. Güllüdere Vadisi, bilmeyenin zor bulacağı, gizli saklı bir vadi. Uçhisar ile meşhur Aşk Vadisi arasında bir yerde kalıyor. Vadiye, Uçhisar’dan kalkan piknik araçları ile tozlu topraklı yolları aşarak ulaşıyoruz. Yeşil mi yeşil, huzurlu mu huzurlu bir yer burası. Piknik için ise herşey düşünülmüş. Hatta öyle ki isteyene safari şapkası bile var. Ortam şahane! Hafif esen bir rüzgar, canlı çalan jazz müzik, hamaklar, ağaç altında örtüler, upuzun kurulmuş masalar. Menü de tam pikniklik; mangalda köfte, sucuk, saç kavurma, mücver, patates kızartması, bol salata, bol yeşillik, yoğurt, hatta ayran aşı, patlıcan kızartma… Tatlı için ayrı bir bölüm oluşturulmuş. Orada da herkesin en sevdikleri sıralanmış; un helvası, ev baklavası, muhallebi, mevsim meyveleri. Daha ne olsun!
Pikniğin bitişi ile benim için İstanbul’a dönüş vakti geliyor. Şimdiden önümüzdeki senenin planları yapmaya başladım bile. Yalnız bu sefer tecrübe ile sabit ,festival kapanana kadar bir yere adım atmam, kesindir… Ne diyeyim, çok yaşa Cappadox, sen çok yaşa!